Fatma Barbarosoğlu: Hiçbir romanım birbirine benzemiyor

Kategoriler Söyleşiler

Fatma Barbarosoğlu’nun yeni romanı “Son On Beş Dakika” Profil Yayınları’ndan çıktı. Romanda, Türk toplumunun iç içe geçmiş sarsıntıları, alçalışları, yükselişleri on beş dakikalık bir kurgu ile gözler önüne seriliyor. Fatma Barbarosoğlu ile son kitabı “Son On Beş Dakika” üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik.  

Yeni romanınız Son On Beş Dakika, iki ana başlık altında toplanmış. Romanın enteresan bir kurgusu var. Neden böyle bir kurgu tercih ettiniz ve bu fikir nasıl ortaya çıktı?

Zamanı nasıl yaşıyoruz? Bu benim temel meselem. Ta yüksek lisans tezimi yaparken başlamış olan bir yaradır içimde. İbn el vakt olmak kavramını anlamakta çok zorlandım. Büyüklerden yardım istedim. Ama en ehil kişiler bile maalesef ıstılahın kelime anlamını vermekten öte gidemedi. Vaktin oğlu olmak. Vaktin oğlu -ki burada biz vaktin evladı olmak diyelim- nasıl olunacak? Bir tarafta vaktin evladı olmak kavramı var, bir tarafta kapitalist zihniyetin formülleştirdiği vakit nakittir kavramı. Bu ikisi arasındaki temel farkı bulduğumuzda vakti mümince yaşamanın mümkün olduğuna karar verdim. Ama bu karar veriş yıllarca süren bir çabadan sonra nihayet varılmış pek de sağlam olmayan bir limandı benim için. Zamanı mümince yaşamak için insanlarla ilişkimizi hüsnüzan üzerinden yürütmemizin doğru olacağını ama dijital teknolojinin hüsnü zannı değil suizannı çoğalttığını fark ettim. Hüsnüzan ile suizan üzerine düşünürken kurgu kendiliğinden geldi.

Cadde ve ev. Burada cadde kavramı hayli dikkat çekici gözüküyor. Neden sokak değil de cadde?

 Sokak hem dışarısıdır hem içerisi.  Evlerin birbirine yaslandığı bir yerdir sokak. Cadde “içerisi”ni kaybetmiş bir mekândır. Görmeden yapılan karşılaşmaların mekânı. Caddeye sıralanmış evler ile bir sokağın içinde sıralanmış evler ve o evlerin ahalisinin birbiri ile iletişimi farklıdır. Romanın damarlarından biri iletişim çağında iletişimsizlik olduğu için Cadde merkezde.

 Romanınızda Türkiye’nin panoramik bir görüntüsünü yansıtıyorsunuz ve bu geniş çaplı kitleyi on beş dakikaya sığdırıyorsunuz. Bu durumu, modern çağın, insanları hızlı yaşamaya sevk etmesiyle açıklayabilir miyiz?

Hayatın yavaş aktığı dönemlerde hikâye olabildiğince hızlı akar. Sanki edebi metnin zamanı ile metne talip olan kişinin zamanı ters yönde akınca gerçek bir karşılaşma olurmuş gibi. Masalların dünyasını hatırlayalım. Ne çok macera ne çok hız vardır. Yaşanılan hayatın zamanı hızlandıkça, edebi metnin zamanı yavaşlıyor. Çünkü zamanı hızlandıran teknoloji sanat eserini de etkisi altına alıyor. Hiçbir edebiyatçı kameranın sunduğu hız ile kameranın gözler önüne serdiği macera ile yarışamaz. Dışımızdaki zaman hızlandıkça, içimizdeki zamanın ritmini tutmak önemli hale geliyor, diye düşünüyorum. Romanın birinci bölümü on beş dakika içinde geçiyor. Dolayısıyla yaşadığımız zamanın ritmine uygun bir hızı yakalamaya çalıştım birinci bölümde. İkinci bölümde ise romanın kahramanı Hekim Sami Yavaş’ın “duran” zamanına odaklanıyoruz. Biliyorsunuz zaman izafidir. Mutlu olduğumuzda akan vakit, mutsuz olduğumuzda kederli olduğumuzda durur.

Roman kahramanları her gün bir benzerlerini görebileceğimiz türden insanlar. Bizi bize anlatırken en çok neyi hedeflediniz?

Bir hedefe odaklanarak metin inşa etmek benim edebiyat anlayışıma uygun değil. Ben bir merakın, bir heyecanın, bir duyarlılığın peşi sıra akmaya çalışıyorum. Hedefe kilitlenen metinler bir okuyucu olarak benim sevdiğim metinler değil. Her okuyucu için değişik bir karşılaşma anı sunacak kadar zengin ve katmanlı olmasını isterim metinlerimin.

Son On Beş Dakika’da farklı kadın tiplerini görmekteyiz. Değişik takma adlarla eşini internet üzerinden takip eden Bankacı Ece’den, emekli olmayı bekleyen ama emekli olduğunda hayal kırıklığına uğrayan Nalân Hanım’a, güçlü kadınları temsil eden Nermin’den Beyaz Abla’ya pek çok kadın gözümüze çarpıyor. Kitaptaki kadınlardan en ideal olanı sizce hangisi?

Romancı olarak ideal kadınlar değil benim meselem. Benim meselem kahramanıma, olabildiğince hakiki bir atmosferde, olabildiğince gerçeğin ve hakikatin içinden karakter kazandırmak. Nermin’i ve Nalân Hanım’ı herkes seviyor. Oysa Zühal’in de görülmesini ve en az onlar kadar sevilmesini isterdim. Üvey anne olmadan doğurmadığın bir çocuğun annesi olabilmeyi çok önemsiyorum. Çok değerli buluyorum. Düşününüz ki, her gün onlarca haberde kendi kanından kendi canından bebeklere zulüm eden, onlara şiddet uygulayan haberlere tanık oluyoruz. Okuyucularımın Zühal’i fark etmesini bekliyorum. Diyeceksiniz ki fark etmiyorlarsa bunda yazarın suçu yok mu? Hayır. Kahramanımın meziyetlerini okuyucunun gözüne sokarsam metnim yara alır. O duyarlılığa okuyucunun yakalamasını sabırla bekleyeceğim.

Eserinizi bir film senaryosuna benzetenler var. Romanınızda bir olayın farklı gözlerden nasıl yorumlandığını gösteriyorsunuz. Ancak roman sonunda hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığını, herkesin eksik olan yanıyla olaya baktığını görüyoruz. Bunu eksikliklerimizin yaşama olan tezahürü olarak değerlendirmek mümkün mü?

Siz buradan okursunuz. Böyle yorumlarsınız. Yorumunuza saygı duyarım. Başka bir okuyucu başka bir şeyi merkeze alır. Ona da saygı duyarım. Hatta mümkün olsa kitabı okuyan bütün okuyucuların nasıl okuduğunu, nerede sıkıldığını, nerede heyecanlandığını, nerede canının sıkıldığını, nerede memnuniyetsizlik duyduğunu öğrenebilsem.

Kitabınızda muhafazakâr erkeklere de yönelik “Makineleri tamir edebilen erkekler, yazık ki hayatı tamir edemiyor.” şeklinde bir eleştiri var. Bununla ilgili tepkiler aldınız mı?

 Hayır, henüz almadım. Erkek okuyucuların dile getirdiği şöyle tepkiler oldu: “Romanda erkekler var dediniz ama açıkçası ben pek erkek kahramana rastlamadım.”

Peki, siz ne cevap veriyorsunuz?

 Kahramanlara bakalım. Seyfi Bey, Nalbur Hacı Hasan Efendi, kuru temizlemecinin çırağı, stajyer eczacı, Hekim Sami Yavaş, Hekim Sami Yavaş’ın iki doktor arkadaşı. Yani romanda kadın kahraman kadar erkek kahraman var. Sayfa sayısına bölecek olursak erkeklerin anlatıldığı bölüm daha fazla. O zaman diyorlar ki, biz ideal erkek kahraman görmedik. Nermin çok iyi bir karakter diyorlar. Artık aramızda yaşamadığı için böyle söylüyorsunuz diyorum. Yani bu itirazı yapan erkek okuyucular empati kurmayı ret ettikleri için bu eleştiriyi dile getiriyor diye düşünüyorum. Çünkü erkeklerin empati kurmak konusunda bir sıkıntısı olduğunu düşünüyorum. Bu sıkıntıyı en görünür kılan durum, erkeklerin dizi izlemekten bile korkarak defalarca maç tekrarı tüketebilmeleri.

Son On Beş Dakika’yı “Kadın yazarlar, kadınları anlatmaktan vazgeçsin.” eleştirisine bir cevap olarak değerlendirebilir miyiz?

 Hayır. Kadın meselesi 19.Yüzyıl’ın meselesi idi.21.yüzyılın meselesi erkek meselesi. Bu durumu ben “azalan erkek kimliği” kavramı ile ifadelendirmeye çalışıyorum. 2002’den bu yana kadınların eşleri, babaları, erkek kardeşleri tarafından öldürülmesi geometrik bir artış gösterdi. Şiddet ile azalan erkek kimliği arasında korelasyon olduğunu düşünüyorum. Romanda da erkekler tarafından temsil edilen bir şiddet var. Kahverengi kadın boşanmış olduğu eşi kızını kaçırdığı için akli dengesini yitirmiş. Müeyyet Hanım’ın oğlu annesinin ölmesini bekliyor, ilgi gösterirse daha çabuk öleceğini düşünüyor, kuru temizlemecinin çırağı, Doktor Ahmet…

Kitabınızı okuyan pek çok insan “Son On Beş Dakika”yı Barbarosoğlu kitapları arasında farklı bir yere koyuyor. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Esasında benim hiçbir romanım birbirine benzemiyor. Bunu her romandan sonra duymaya kanıksadım galiba. Hiçbiryer ile Uzak Ülke arasında bir paralellik yoktu. Ne kurgu ne tema ne de üslup açısından. Üçüncü romanım Medyasenfoni sadece diyaloga dayalı bir roman olarak zaten benzerine pek sık rastlanmayan bir roman olarak değerlendirildi. Son On Beş Dakika’ya gelince… O da nasibini alıyor bu “benzemez”likten. Ama Son On Beş Dakika’yı diğerlerinden ayıran sanırım duygusal yoğunluğunun, okuyucunun kendisine rastlama ihtimalinin diğer romanlara göre daha yüksek olması.

Gerçek Hayat – 540 

Röportaj için

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir