Çalınan hikâye

Kategoriler Öyküler

 

Her hikâyenin içine doğru tuttuğu bir lâmba olduğunu madem anlamıyorlardı artık bu karşılıklı bekleyiş bitmeliydi. “İçime doğru tuttuğum bir lâmba yazdıklarım” diye yüksek sesle bağırdı. Bunca yıl topladıklarını merak ediyordu. En az okuyucu kadar o da bilmiyordu birikenleri. Her hikâye birikenlerin gün ışığına çıkması için açılan bir kapıydı. Anlamıyorlardı.

O, kendi hikâyesini yazdığını zannederken, ötekiler onun hikâyesinde kendi hikâyelerini arıyorlardı. Bulduklarında “âlâ, güzel” diye bağırıyorlardı. Bulamadıklarında, ya yazdıklarını yok sayıyorlar ya da olgunlaşmamış bir turşuyu tatmışcasına yüzlerini buruşturup “olmamış” deyiveriyorlardı. Neden olmamıştı? Kimsenin bu sorunun cevabını aramaya niyeti yoktu.

Her hikâye kendime gönderdiğim bir mektup diye düşünürken birden tersliğin nerden kaynaklandığını buldu. Kim kendine gelen mahrem bir mektubu başkalarına okur? O yıllardır kendisine gelen mektupları hep başkalarına, okuyucusuna sunmuyor muydu?

Eli titreye titreye gazeteyi yeniden aldı. Son çıkan kitabı için “insanı çıldırtacak kadar sahici bir boyutta” diye yazmıştı iddialı eleştirmen. Benim niyetim insanları çıldırtmak mı diye düşündü. Farkında olmadan böyle şeyler yapmış olabilir miydi? “Niyetim” diye gezmeye başladı odanın içinde. Ne demek istiyordu bu eleştirmen? Telefon açıp sormayı düşündü. Yok canım mümkün değildi. Her önüne gelene “adamın kendi hikâyesini yorumluyorum anlamıyor ya” der dururdu. Bütün eleştirilere yazılı olarak tek tek cevap vermeyi düşündü. Hayır bu yazılanları hem fazla ciddiye almak olurdu —almıyordu muydu? Yazılanları okuduktan sonra tek bir lokma koymamıştı ağzına— hem de kitabın satışını artırmak için bildiği bütün numaraları deniyor derlerdi. Kendini tanımayan eleşktirmenler hadi neyse. “Gönüller ikliminin sultanısın” dediği dostuna ne oluyordu? İklim niye bu kadar değişmişti? Kış. Biraz önce hiç yazmamayı düşünürken hissettiklerini birileriyle paylaşabileceğini ümid ediyordu. Kiminle? O herkesten daha acımasızdı. En yakınken en uzak olanın hasretine dayanılmıyor. “Yaşadıklarını nasıl bensiz yaşadın?” dercesine sitem doluydu satırları. Neden bir telefon açıp düşüncelerini doğrudan kendisine iletmemişti? Yüzünü bile görmediği dergi okuyucuları kendisinden daha mı önemliydi?

Ne kadar yalnız kalmıştı? Hep mi yalnızdı? Bunca zaman dostu, efendisi, üstadı, can ciğer arkadaşı, kardeşi saydıkları, hakikatte sadece bir vehimden mi ibarettiler? Sonu gelmez bir tünel açılıyordu sanki içinde. Gözlerini kapattı. Bir daha açmama hürriyetini elde etmek istercesine sıkı sıkı yumdu. Önce bir ağrı duydu sonra çok uzun bir vakte adım atmış olmanın emniyeti içinde bütün vücudunun gevşemekte olduğunu hissetti. Bu hissin görüntüsünü yakalayacakmış gibi gözlerini açtı birden. Gözünü açmasıyla birlikte geride sadece bir pişmanlık kaldı. “Sükût uçan bir kuştu” dedi kendi kendisine rüya anlatmanın mahmurluğu altında.

İçinde birden bire farklı manzaralar görmüştü. Tekrar kapattı gözlerini, hiçbir şey yoktu. Dışında ve içinde birbiriyle asla kesişmeyen bir boşluk vardı.

Yeniden gazeteye baktı. Bu hafta süresince yazılanların üçüncüsüydü. İlk yazı fazla üzmemişti. Bütün eleştirmenlerin göklere çıkardığı bir eserin gerçek güzelliği çok su götürürdü. Fakat son iki yazı…. Karısı görmesin diye saklamıştı dergi ile gazeteyi. Yasemin Hanım “Benden çaldığın zamanların meyvesi ne acı meyveymiş” derdi. Hiçbir şey yeterince cömert değildi. Ne hayat, ne aşk, ne de yazı. Gönlümü açtım, bütün harfleri döktüm ortaya diyordu. Neden geriye, yarına kalan, kaldıkça bereketlenen bir şeyler yoktu? Ne aşk kalıyordu, ne hayat. Yazı kalır sanmıştı. Yazı yarına kalır sanmıştı. Zamanın elinden çekip çıkardığı bir demet solmaz çiçek zannediyordu yazıyı. Oysa yazı aşk kadar bile sahibine ulaşmıyordu. “Turkuaz renkli günler gelmez geriye masalını kaybetmiş çocuk gibisin” dedi. Sesinden ürktü birden. Ne oluyordu?….

Hikâye beni kendimden kurtarıyor diye düşündü. Hikâye sayesinde ne kendisiyle ne de etrafıyla didişiyordu. Hayır bu yalandı. Yazdıklarımı anlamıyorlar, kötü eleştiriyorlar diye kırılmalar, hayata küsmeler neydi?…

Kendi içine dönmekten korkarcasına tülü ve perdeyi sonuna kadar açtı. Yıllardır oturduğu evinin penceresinden bu kadar pervasızca ilk defa bakıyordu. Neden korkmuştu sokaklardan? Sokaklar itaat istiyordu. Gürültüye itaat. İtilip kakılmaya itaat. Kokuya itaat. Ne kavgayı seviyordu ne boyun eğmeyi. Sokaklar için üçüncüsü yoktu. Birden karısına ne büyük haksızlık ettiğini düşünerek içi ürperdi. O küçük kadın evin bütün girdisini çıktısını ayarlamaya çalışırken, onun bedenini kendisiyle dış dünyayı ayıran bir kale gibi kullanmıştı. fiu iki avuç pencerenin arkasında bir dünya vardı. Karısı pencerenin öbür yanındaydı. Kendisi. Ya kendisi?

Kendisi nasıl bir zeminin üstüne basıyor ve nasıl bir dünyanın içinde nefes alıyordu?

Pencereden dışarıya bakmaya devam ederse, günlerce yaşadığı sokağı seyrederse, karısının uzak dünyasına yaklaşacağını zannediyordu. Alnını cama dayayarak nefret ettiği trafik gürültüsüne bıraktı kendini. Camın soğukluğu içini ferahlatıyordu. Hafif bir ürperti duymasına rağmen saatlerce öyle kalmak istedi. Kapının zili çalmaya başlayınca bu isteği bir tutku halini aldı. Ürpertiyle birlikte uzak olduğu bir hayata yaklaşmakta olduğunu hissediyordu. Zilin ısrarlı çalışlarına rağmen öylece durmaya devam etti. Son zil darbesi o kadar kuvvetli geldi ki, mesafenin artık değişmediğini, sesin iç dünyasındaki seyre engel olduğunu farketti. Niçin karısı açmıyordu kapıyı? Haber vermeden nereye gitmişti?….

İsteksiz adımlarla kapıya doğru yürüdü. Bir satıcı ya da kapıcı olmalıydı. Ya da hanımının arkadaşlarından birisi… Her neyse. Uzun sürmezdi. Pencerenin önünde biraz evvel hissettiklerini yakalayıp yakalayamayacağının merakıyla kapıdakini alelacele göndermek istiyordu. Kapıcıdan istedikleri bir şey yoktu. Yasemin Hanım evde değildi ve nerede olduğunu kendisine söylememişti. Kapıdaki her kimse bu cevaplardan birini verip tekrar pencerenin önüne gelebileceğini düşündü. Kapıyı açtı.

Otuz, otuzbeş yaşlarında bir hanım. Kendisiyle görüşmek istiyordu. Okuyucusuymuş. Ne münasebet. Her okuyucu çat kapı görüşmeye gelirse hali haraptı. Soğuk bir yüz ifadesiyle hafifçe araladığı kapıdan “Buyurun” dedi. Ne söyliyeceksiniz söyleyin işte der gibi.

Kadın, yazarın kendisini içeri almaya niyeti olmadığını anlamış olmasına rağmen hiç istifini bozmadı. Zaten böyle kapı aralığı sohbeti yapmaya talip bir edada: “Niçin benim hikâyelerimi yazıyorsunuz?” dedi yazarın sesinin soğukluğunda.

Nerden çıktı bu kadın? Gazetelerde her gün açılan babalık davaları geldi birden aklına, ne alâkası var diye güldü. “Hanımefendi, benim sizin hikâyelerinizi çaldığımı mı söylüyorsunuz?” dedi, böyle bir şeyin çok saçma olduğunu ima eder bir yüz ifadesiyle.

Kadın, yazarın kendisini alaya alan halinden hiçbir rahatsızlık duymadan “Hayır beyefendi, dikkat ederseniz yazmak kelimesini kullandım çalmak değil”, dedi.

Yazar sıkılmaya başlamıştı. Biraz önce pencerenin önünde ferahladığını, içindeki boşluğun ferahlıkla yer değiştirdiğini zannetmişti. Hayır.

Yeniden kendisini sıkan dört değil, sekiz değil belki bin tane duvarın içinde hissetti. fiu kapı aralığı da sıkıntısını iyice artırıyordu. Kadına, bakın artık ben hikâye yazmıyorum, yazmayacağım diyerek alelacele göndermeyi tasarlarken “buyurun” deyiverdi kapıyı açarak.

Kadın hiç şaşırmadan, sanki biraz önceki konuşmalar hiç olmamışcasına beklenilen misafir rahatlığıyla içeri girdi.

Adam bir an önce pencere önündeki duygularını yeniden bulup bulamayacağının telâşıyla hiç istemediği halde kadını çalışma odasına aldı.

Oysa, o, kapının önünde konuşmaya meraklı olan kendisi değilmişcesine odaya girer girmez hiç sonu olmayacakmışcasına derin bir sükûta büründü.

Adam, kadının biraz önceki halinden çok farklı olduğunu görünce sebebini bilemediği bir endişeye kapıldı. “Evet…” dedi söyleyeceklerinizi bir an önce söyleyip gidin dercesine.

Sabırsızlık kokan bir evetin mânasını anladığı halde susmakta ısrar etti.

Ne yapmaya çalışıyordu bu kadın? Ne diye almıştı onu içeriye? Üstelik evde karısı da yoktu. Bu oda, bu pencere, ve pencerenin emniyet içinde sunduğu sokak; biraz önceki oda, pencere ve sokak değildi. Kadını konuşturmaya çalıştıkça kadın zırhlanarak susuyordu. O halde o da susmalıydı. Nihayet mekân kendisine aitti. Ait miydi?. Bu pervasız kadın sıkılmıyordu da, o niye sıkılacaktı. Bir sigara yakmayı düşündü. Hay Allah sigarayı bir hafta önce bırakmıştı. Ne diye bıraktıysa? Umutsuzca oyalanabileceği bir şeyler aradı. Ellerini meşgul etmeliydi. Bütün siniri sanki ellerinde toplanmıştı. Ellerinin bir dili vardı. Kadın keşfetmişti işte. Nasıl dik dik bakıyor ellerine doğru. Hayır. Bu işkenceye ne diye tahammül ediyordu?

Nasıl bu kadar pürüzsüz çıkabildiğine kendisinin de şaştığı bir ses tonuyla “Vaktim sınırlı hanımefendi… Buyurun, sizi dinliyorum” dedi.

Adamı nasıl bir sıkıntı içine sokmuş olduğunun farkında olarak ve biraz da bundan güç alarak “Efendim… Ben sebeb-i ziyaretimi arz etmiştim” dedi. Eski kelimeleri kullanmasında hafif bir istihza vardı. Kimdi bu kadın? Bir deli. Ya da işini profesyonelce yapan biri. İnsanın sinirlerini bu kadar gerebildiğine göre. Peki işi neydi?… “Evet hanımefendi. Fakat yine de benden ne istediğinizi henüz anlayabilmiş değilim.”

Kadın uzun uzun adamın yüzüne baktı. İstediğimi gerçekleştirmelisiniz diyen bir edada “Bilmediğiniz hikâyeleri yazmayın. Hiç olmazsa benim hikâyemi.”

Taşırılmış olan sabrın verdiği öfke ile adam gürledi: “Rica ederim hanımefendi. Geldiğinizden beri benim hikâyem diyorsunuz. Benim sizin hikâyenizden haberim yok. Nedir sizin hikâyeniz?”

“Yayınladığınız son hikâyeyi hatırlayın. Hani şu şizofren anneyle annesinin hastalığını öğrenince intihar eden kızının hikâyesi. Hatırladınız mı?”

Hikâyenin bütün teferruatını hatırlamaya çalıştı: “Evet ama o hikâye bana ait. Sizinle olan bağını anlayamadım.”

“Siz şizofreni tedavisi gördünüz mü? Ya da yakınınızın tedavisine, acılarına şahit oldunuz mu?”

Neler diyordu kadın? Ne hakkı vardı kendisini sorgulamaya. “Hayır ne ben, ne de bir yakınım şizofreni tedavisi gördü. Ama yazdıklarım sadece hayal mahsulü değil… Eğer merak ettiğiniz buysa.” Kadın adamın daha fazla konuşmasını istemeyen bir halde “Beyefendi ben hiç deli ya da şizofren gördünüz mü diye sormadım. fiizofrenin çektiği acıları kendi bedeninizde ruhunuzda tattınız mı diye soruyorum.”

Önce dostunun o uzak ve acımasız eleştirisi. Sonra o eleştirmenin yazdıkları. fiimdi bu kadın. Ben artık hikâye yazmayacağıma göre sizinle bunları konuşmamız anlamsız diyerek kadını susturmayı düşündü. Fakat kadın odanın içinde bir heyulâ gibi, karabasan gibi geziniyordu. Kendi evinde onu yargılıyordu. Ne diye kapıyı açmıştı? Ne diye içeri almıştı? Konuşmamız anlamsız derse kadın kendisinin haklı olduğuna inanmakta ısrar ederdi. Belki de bir komploydu bütün bunlar. Gaye hikâyeleri falan değildi. Belki bunlar bir hırsız şebekesiydi. Belki bir şantaj planlanıyordu. Ve bu kadın onun sinirlerini yıpratmakla yükümlüydü. Hayır. Bunların hiçbirisi doğru olamazdı. Bu kadın çok farklıydı. fiimdiye kadar hiçbir insanın yüzünde rastlamadığı bir sır taşıyordu. Bu yüz birbirine karışmış, birinin ötekini saklamaya çalıştığı ne çok fotoğrafı barındırıyordu. Kâh gerçekten kendisini sorgulamaktan başka gayesi olmayan bin mâna hakim oluyordu yüzde, kâh acılarını herkese ifşa etmiş bir dosta olan kırgınlık.

Adam sesini oldukça yumuşatmaya gayret göstererek “Hanımefendi korkarım birbirimizi anlamakta güçlük çekiyoruz” dedi. Kadının saçmaladığına inanıyordu. Kafasındakilerle söyledikleri birbirine uymadığı için sırtını kızgın bir ter bastı.

Kadın yaralı bir hayvanın acı çeken ama acısını asla karşısındakilere anlatamayan çaresizliğiyle adama bakmaya devam etti.

Rüya mıydı bütün bunlar? Çıldırabilirdi. Çıldırıyordu. Belki de çoktan çıldırmıştı. Eğer çıldırdıysam yaptıklarımda ve konuştuklarımda bir bağlantı olması gerekmiyor diye düşündü. İstediğini yapabilirdi. Olur mu öyle saçma şey. Hâlâ mantık aradığına göre demek ki çıldırmamıştı. Çıldırmak bir hürriyetse hemen oracıkta çıldırıvermek istedi. Çıldırmanın istekle ne alâkası olabilir? Bu kadın da buna takmıyor mu zaten.

Belki de bir rüyaydı bunlar. Eleştiriler… Karısının kendisine haber vermeden çekip gitmesi. Nereye gitmiş olabilir? Birden masanın üstündeki çakmağı gördü. Evet onunla oynayabilirdi. Hatta ateşine parmağını uzatabilirdi. Belki yakmazdı çakmak onu. Rüya…. Herşey rüya olsundu.

Çakmağın ateşine parmağını tuttu. Yakmıyordu işte. Rüyaydı bütün bunlar. Parmağı alevin üstünde dururken kadına baktı. Çok sıradan bir şeye bakar gibi bakıyordu. O soğuk bakışlarla karşılaşır karşılaşmaz elinin yanmakta olduğunu hissetti. Fakat biraz önce kahraman edasıyla parmağını ateşe tutan halini hatırlayınca; çakmağı hemen kapatmayı kendine yediremedi.

Kadın başını hafifçe arkaya atarak daha fazla şov yapmanıza gerek yok dercesine “Anladım, şizofrenlerin maddi acıya karşı nasıl duyarsız kalabildiklerini bildiğinizi göstermek istediniz. Ben de gördüm. Bu sizi rahatlatıyor mu beyefendi?”

Ne diyordu bu kadın? Ona göstermek istediği hiçbir şey yoktu.

“Neslişah Hanım benim hikâyemi ne zaman anlattı size? Bu kadar teferruatın üstüne keşke benim evime de gelip o sallanan sandalyede nasıl sallandığımı tetkik etseydiniz. Aile benim ailem. Hariciyeden emekli Sadullah Bey. Annem malumunuz, ismini değiştirmeye bile gerek duymamışsınız. Böylece hikâyeniz gerçek bir hayata yaslanarak okuyucuda merak etme duygusunu mu çoğaltmış olacaktı?”

Evet bu kadın deli olmalıydı. Son hikâyesinde şizofren bir kahraman ve kızı vardı. Babasının adı Sadullah Bey’di. Hariciyeden emekli. Ama Neslişah Hanım diye birisini tanımıyordu.

“Hikâyenizdeki gerçek boyutu benim acıyla yaşanmış hikâyeme yaslanarak yakaladınız değil mi? Yazdıklarınız o kadar benim hikâyemdi ki, sonunda kızım intihar etti. Yazarın zaferi.”

Adam olduğu yerde donup kaldı. Kadına neden bahsettiğini sormaya çalıştıkça sesinin hiç çıkmadığını gördü. Ağzını açıp kapatabildiğinden bile emin değildi. Sadece terlediğinin farkındaydı. Durmadan  terliyordu. Bir kızgın kaynar ter dökülüyordu sırtından aşağı, bir donduracak kadar soğuk ter.

“Canına kıymadan önce ne yazmış biliyor musunuz? ‘Senin her an beni öldüreceğin endişesiyle yaşayamazdım. Her gün ölecek miyim diye hazır beklemektense bir defa ölmeyi tercih ediyorum.’ Yanıbaşında sizin benim hayatımdan çalarak kaleme aldığınız hikâye duruyordu. Kendini öldüren silah yani.”

Bir hikâye kaç kişiye ait olabilirdi? Yazdığını zannederken kendinden kurtulduğunu zannederken esir ettiği başkaları mıydı? Zihni tel tel geriliyordu. O eleştirmen…. İnsanı çıldırtacak kadar sahici boyutta derken… Hayır bu kadını tanıyor olamazdı. Bunlar… Bu yaşadıkları doğru olamazdı. Kadın…. Kadın neredeydi? İçinde bir yerlerin yavaş yavaş göçtüğünü hissediyordu.

Çocukların kum kalesi gibi yavaşça yere yığılırken, hırıltılı bir ses duyuldu. “Siz gerçekten var mısınız?”

 

Fatma Barbarosoğlu

*Bu öykü Acı Deniz kitabında yayımlandı.

Çalınan hikâye” için 3 yorum

  1. “Kendini gerçekleştiren kehanet”tabiri geliyor aklıma. Yazarın çok okurun az olduğu bir ülke olduğumuzu düşünüyorum.-gercekten öyle mi- en çok da bunu yaşayan yazar gerçek mi sorusunu muzipçe sorasım geliyor.

  2. Merhabalar yazı ve kitaplarınızı büyük bir zevkle okuyorum. Allah kuvvetinizi artırsın

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir