Bizde görme, hikaye ile temrin edilir

Kategoriler Söyleşiler

Röportaj: Hale Kaplan Öz Kaynak: Star Kitap 

Bizim kültürümüzün hikaye ile görmeyi temrin ettiren bir kültür olduğunu söyleyen Fatma Barbarosoğlu, “Ahlaki ilkeler hikayelerin atmosferinden gelir bulur bizi. Ahlaki kaygıları, yarım öykülerin tamamlanışı esnasında daha iyi göreceğimi düşündüm” diyor.

Fatma Barbarosoğlu yeni öykü kitabında alışılmadık bir form denedi. Yarım bıraktığı öykülerini gazetedeki köşesinde yayınlayıp “Sonunu siz tamamlayın” dedi. O öykülere gelen sonlarla yazarın kendi yazdığı sonlar Mutluluk Onay Belgesi adlı kitapta şimdi bir arada. Teknoloji ile değişen iletişim formunun ana çatıyı oluşturduğu kitap aslında bir nevi toplumu tanıma performansı.
Sonu ne zaman yazarsınız hikayede? En başından belli midir sizin için?
Bir cümle, bir soru, bazen sadece bir kelime için yazarım öykümü. O cümle, o soru bazen sonunu da beraberinde getirir. Bazen o soru ya da cümle eşliğinde bir vakit yol alır, yolun sonunu getirmek istemeden  devam ederim. Sonra hikaye “Ben yoruldum” der. “O zaman sonu bu olacak demek ki” der noktaya koyarım.
Mutluluk Onay Belgesi’ndeki öyküler için de geçerli mi bu durum?
Evet. Bazı hikayelerin önce sonu geldi. Mesela  ‘Sen, Ben Cep Telefonu Bir de Kahve’ öyküsünün birinci bölümü benim bir mağazadaki tanıklığımdan hayat buldu. Yaşlı bir kadının sevgililer günü kutlaması ile ilgili özel faaliyetler beklemesi ilgimi çekti. Kadının telefon konuşması bende bir performans duygusu uyandırdı. Anlatışı ile adeta bir sahne performansı gerçekleştiriyordu. Dolayısıyla hikaye buradan akacaktı. Yani bir kelimeden, performans kelimesinden. Ama yazarken “performans”ın  beni nereye götüreceğini bilmiyordum tabii.
Öyküleriniz genellikle dış mekanlarda geçiyor. Ev hali hiç yok neredeyse…
Bu soruyu sormakta haklısınız. ‘Emoji Nine’nin  mekanı  pastane, ‘Mutluluk Hakkı’nınki metro, ‘Mutluluk Onay Belgesi’ ve’ Sen Ben, Cep Telefonu Bir de Kahve’nin mekanı  mağaza. ‘Bir Selfimiz Olsa’ havaalanında,’ #hırsızgözlerhırsızınkendisiolurmu’ çalıştayda, ‘Camide Güneş Gözlükleri ile Oturan Kadın’ camide nefes alıyor. Ev hali bir parça ‘Cennetlik Arkadaşımız için Plaket Töreni’nde Cennetlik İhsan’ın karısı üzerinden devreye giriyor.
Mekanlardan mı öykü düştü kaleminize siz mi mekanları öykünüze düşürdünüz?
Bazı öyküleri bahsi geçen mekanda yaşadım. Mesela ‘Mutluluk Onay Belgesi’ öyküsü böyle. Öykünün birinci bölümünün neredeyse tamamı kameragöz olarak kaydedildi. Kamergöz derken benim dışımda bana rağmen kaydeden bir şeyi kast ediyorum. Çok sinir oldum o gün. Hatta o gün eve gelince “Mutluluk onay belgesi diye bir şey varmış” diye bir tweet attım. Herkesin çok ilgisini çekti. Fakat ben o gün, o sahneden bir öykü çıkarmak niyetinde değildim. Ama zamanla bu tür davranışlara tanıklığım arttıkça hikayenin içimde biriktiğini fark ettim. Fakat ‘Mutluluk Hakkı’ hikayesinin başı ve sonu belli idi. Hayatın içindeki akışını muhafaza etmeye çalıştım. Yaşandıktan belki bir yıl sonra yazıldı. Kına yeşili tülbentli kadın benim bir öykümde yaşamalı dedim ama o sıra bir hikaye için yoğunlaşacak zamanım yoktu.
O anın frekansını yakalamak için dosya açtım havanın, kadının başörtüsünün rengini, metroda çalan tulumu ve benim o günkü ruh halimi not aldım. Adeta o anı senaryo gibi zapt etmeye kalktım. Öykünün duygu ritmini yakalayınca o günü birebir yazdım.
Zor kısmı mıdır sonu yazmak? Neleri gözetirsiniz bir edebiyatçı ve sosyolog olarak?
Benim için zor olan bir hikayeye başlamak ya da sonlandırmak değil. O hikayeyi içime düşüren rengi, sesi ya da ritmi muhafaza etmek,  en zor kısım bu. Mesela’ Yumruk Yumruğa’ öyküsünün birinci bölümü belki Refah Partisi yıllarına kadar gidiyor. Güncel olsun diye selfi çubuğunu ekledim sadece.
Hikayenin birinci bölümü  belki bir romanın sahnesi için kayıt altına alınmıştı. Ama Trump’ın yumruk sahneleri devreye girince onca yılın ardından öykü formatında sonlandı. Yazılanlar bir şekilde sonlanıyor ama bir de yazıya dökülemeden zihnimde taşıdıklarım var. Onlar beni çok yoruyor. Yazılı olarak kayıt altına alamadığımda içimde bir sürü ölü öykü birikiyor. Çünkü hikaye olmadık zamanlarda geliyor ve o olmadık zamanların atmosferini saklı tutmak her zaman mümkün değil maalesef. Yazamadığım hikayeler için gözyaşı dökmüşlüğüm çoktur diyeyim de gerisini siz anlayın.
Teknoloji ile değişen iletişim formu hikayelere, hikayeler deneysel bir anlatım şekline dönüşüyor Mutluluk Onay Belgesi’nde. Sonlar ise zamanı idrak düzeyimize dair ipuçları veriyor. Böyle bir çalışmayı yapmaya sizi yönlendiren nedir?
Kitaptaki dokuz hikayenin hepsi bir şekilde sosyal medya ve dolayısıyla cep telefonu üzeriden iletişimimizle ilgili. İki yıl önce 2003 yılında yayınladığım Otobüsname kitabındaki bir yazıya bakmam gerekti. O yazıyı ararken başka yazıları okudum. Derken başka yazıları. Sonra şöyle düşündüm, bu kitabı ben değil de başka birisi yazmış olsaydı kadın kurgusunu bize gerçek diye sunmuş derdim. Çünkü ne vakittir artık böyle hikayelere pek rastlamıyorum toplu taşıma araçlarında. Hayatımıza cep telefonu girdikten sonra selam alıp vermemiz, göz teması kurmamız tamamen değişti. Bu değişikliği 70’leri 80’leri yaşamış olan bizler idrak ediyoruz. Ama bir müddet sonra cep telefonunun hayatımızı nasıl değiştirmekte olduğunu fark etmeyeceğiz. Çünkü her şey fazlasıyla kanıksanmış olacak. Ve belki bir müddet sonra şimdi gösterdiğimiz davranışları göstermiyor olacağız. Dolayısıyla 2016-2017’nin cep telefonu ve sosyal medya üzerinden kelimelere düşen resminden kendimi mesul hissederek tanıklıklarımı bu defa hikaye olarak kaleme aldım.
Yarım bir metni tamamlamak için davet ettiğiniz okurla ortak bir anlam çabasına giriyor ve ‘Biz’ oluyorsunuz… Bu ortaklık size ne sundu?
Bizim kültürümüz hikaye ile görmeyi temrin ettiren bir kültür. Ahlaki ilkeler hikayelerin atmosferinden gelir bulur bizi. Ahlaki kaygıları, yarım öykülerin tamamlanışı esnasında daha iyi göreceğimi düşündüm. Yaş ortalaması 40’ın üzerinde olan okuyucularda Yeşilçam kodlarının baskın olduğunu gördüm. Çok hızlı bir şekilde didaktik bir sona giden okuyucular bunlar. Acil “Her şey çok güzel olacak” sahnesi inşa etmeye çalışıyorlar. Gençlerden gelen metinlerde teknolojik eleştiri bilincinin daha yüksek olduğunu gördüm, bu da beni istikbale dair ümitvar kıldı.
Okurların gönderdiği sonlardan sizi çok etkileyen, hikayenize çok yakıştırdıklarınız oldu mu?
“Okuyucunun sonunu kendi yazdığım metinlerin sonuna yakıştırmaktan ziyade“Bir öykünün kaç farklı sonu olabilir?” sorusuna cevap aradım. Lise öğrencilerinin yazdığı son, mühendislik eğitimi alan gençlerin yazdıkları sonlar beni mutlu etti. Bir de çok değerli okuyucularımın davete icabet etmelerinden çok etkilendim. Öykünün ilk bölümünü sabah gazetede yayınlıyordum öğlen saatlerinde onlarca son yazılmış ve verilen adrese gönderilmiş oluyordu. Gelen bütün sonları kitaba alma imkanım olmadığı için metnini yayınlayamadıklarımız  çok oldu. Nihayet dergide yazılarını büyük bir keyifle okuduğumuz Osman Bülent Manav’ın ‘Cennetlik Arkadaşımız İçin Plaket Töreni’ adlı öyküye son yazması beni çok duygulandırdı.
‘Sen, Ben, Cep Telefonu ve Kahve’ dramatik yapısı, aksiyonu ve mesajıyla en dikkat çeken hikayelerden biri.”Tanınma performansı”yla ana karakter bugüne yabancı bir tavır içinde değil. Oysa mühim bir şey yapmak istediği. Öte yandan inşaat işçisi, tenezzülsüzlüğüyle, merhametiyle hiç de performans gerektirmeyen sadelikte mühim bir şey yapıyor. Kitabın bütününde var bu damar aslında. Ben buna “tanıma performansı” demek istiyorum izninizle.
Estağfurullah. Yayınlandıktan sonra metin okuyucunun. Bu beni sadece mutlu eder. Beni en çok ilgilendiren, duygunun okuyucuya geçip geçmediği. İnşaat işçisinin tenezzülsüzlüğünü gören biri oldu. Birde bir şimdilik. Arkası gelir diye ümit ediyorum.
‘Mutluluk Hakkı’ inci tanesi bence. Böyle tarif edebildim. İçindeki hazinesi çok kıymetli. Düşündüm bir son yazabilir miydim diye. Hayır. Ama empati yapamadığımdan değil. Yarım haliyle bile öyle güzel ki “güneşli bir günde bahçeye asılmış çamaşır misali uçuşmaya devam edebilir”. Onu almak istemedi oradan belki okur. O nedenle az son yazıldı ona. Ne dersiniz?
‘Mutluluk Hakkı’na okuyucunun mesafesini anlamak için, ‘Cennetlik Arkadaşımız İçin Plaket Töreni’ ile ‘Mutluluk Onay Belgesi’ üzerinden mukayese yapmamız gerektiğini düşünüyorum. Kitabın ilk öyküsünün atmosferi bugünden ziyade 70’li yılların Yeşilçam ruhuna uygun. Okuyucu öyküyü Yeşilçam izleği üzerinden inşa etti. ‘Mutluluk Onay Belgesi’nin izleğinde  günümüzün dizi film kodları geçerli. Karakter yok, hikaye yok tüketim var sadece. Mekanlar, markalar, yiyip içmeler, gezmeler falan. Bizde mekanın başrol oyuncusu olarak diziye dahil olmasının ilk örneği Asmalı Konak dizisidir. Asmalı Konak’tan sonra dizi filmler bizim birbirimize rastladığımız mekan ve zaman olmaktan çıkarak “turistik” bir meta olarak aktı. Ortadoğu izleyicisinin ilgisi de “turistik”.
“Kına yeşili tülbenti olan” kadın, “gençler hoşlanmayı sevgi sanıyor” diyen kadın…
‘Mutluluk Hakkı’ ruh olarak 70’lere uygun ama mekan Marmaray olduğu için Yeşilçam kodları devreye girmedi sanıyorum. Dizi filmler de malumunuz günümüzün tv izleyicisini yoksulların dünyasına yaklaştırmıyor. Yoksullar sadece suç işlemeye hazır kişiler olarak var ekranda. 2000’li yıllardan itibaren biz “öteki” ile iyiyiz. “Öteki”ne  kızarken, öfkelenirken “iyi vakit” geçiriyoruz. Ama kendimizin hikayesinden gittikçe uzaklaşıyoruz. ‘Mutluluk Hakkı’na ilgi gösterilmemesini buradan açıklıyorum. Ama kitabın içinde “bütünlenmiş” haliyle okuyucu o hikayeyi sevecektir. Yarım haline dokunmak istemedi. Tamamlamak istemedi, onunla yol almak istemedi. Ama “bütünlenmiş” halini içinde ibret damarını muhafaza ettiği için sevecektir diye düşünüyorum.
Kitaba ismini veren ‘Mutluluk Onay Belgesi’ne   gelen ‘son’ların yoğunluğu kendimizi ifade ettiğimiz temsillerle mi ilgili peki?
Kendimizi ifade ettiğimiz temsillerden ziyade, ötekinin hikayesine olan yakın mesafemiz bence. ‘Mutluluk Onay Belgesi’ndeki kırmızı ojeli  yaşlı kadına okuyucu empatik bir mesafe üzerinden yaklaştı. Halbuki anlatıcının dili bu empatik mesafeyi inşa etmekten ziyade imha etmeye yönelik bir dil idi. Buna rağmen kadın okuyucuların çoğunluğu kırmızı ojeli kadını yargılayıcı dil kullanmadan gördü, sevdi, anladı. Hatta onu  alan araştırması yapan profesör olarak, “uzman” olarak görenler oldu. Yargılayanlar için durum daha kolaydı zaten…
Teknolojinin duyguyla arasındaki mesafenin açıklığı yeni olmasıyla ilişkilendirilebilir mi? İnsanlar aynılaşarak yeni olanın içinde küçük de olsa yer edinme telaşında. Ayrışma yoluna gidecekleri bir zaman gelecek mi?
Bilmiyorum. Üzerine düşünüyorum. Mesele yeni olması değil gibi geliyor bana. İnsanlığımızı teknolojik aletlerle değiş tokuş ediyoruz sanki. Biz onlara bizdeki mahareti verip onlardan makinenin soğukluğunu alıyoruz. Teknoloji insanların birbiri ile yekdil olmasını engelliyor diye düşünüyorum.

Bizde görme, hikaye ile temrin edilir” için 1 yorum

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir