Bebek Evi

Kategoriler Öyküler

Walter de la Mare’a

 

Bir süre Burnell’lerin yanında kaldıktan sonra kente döndüğünde çocuklara bebek evi yolladı, sevgili yaşlı Mrs. Hay. Öylesine büyüktü ki arabacıyla Pat birlikte taşıdılar onu avluya ve işte orada, iki tahta sandığa yaslanmış, kiler odası kapısının yanında duruyordu. Burada durmaktan zarar görmezdi; mevsim yazdı. Ve belki, içeri alınma zamanı gelinceye kadar boya kokusu da uçardı. Çünkü gerçekten, şu bebek evinden yayılan boya kokusu (“yaşlı Mra. Hay’in çok tatlı olduğunu gösteriyordu, elbette; çok tatlı, çok cömert!”) – ama boya kokusu insanı ciddi olarak hasta etmeye yeterdi, Beryl teyzeye göre. Hatta üzerinden çuval çıkarılmadan önce bile. Ve bir de çıkarılınca…

İşte orada duruyordu bebek evi, parlak sarıyla belirginleştirilmiş koyu, yağsı, ıspanak yeşili. Çatıya yapıştırılmış iki tane sağlam, küçük bacası kırmızı-beyaza boyalıydı, sarı cilayla ışıldayan kapısı ufak bir şekerleme dilimine benziyordu. Dört pencere, gerçek pencere, enli yeşil çizgiyle gözlere bölünmüştü. Kıyısı boyunca kocaman katılaşmış boya topakları asılı ufacık bir veranda bile vardı gerçekten.

Ama harika, harika bir ufak ev! Kim aldırırdı ki kokuya. Neşenin bir parçasıydı, yeniliğin bir parçası.

“Açsın şunu birisi, hemen!”

Yandaki kanca sıkışmıştı. Pat kalem bıçağıyla zorlayıp açtı, evin bütün ön yüzü geriye doğru sallandı ve – işte tek bir anda, aynı anda konuk odasına, yemek odasına, mutfağa, iki yatak odasına birden bakıyordunuz. İşte, ev dediğin böyle açılmalıydı! Niçin bütün evler böyle açılmıyordu? İçinde şapka asacağı, iki şemsiye bulunan sıradan küçük girişi kapı aralığından gözetlemekten çok daha coşku vericiydi bu. Kapı tokmağına elinizi koyduğunuz anda bir evde bilmeye can attığınız şey bu – öyle değil mi? Belki de gecenin ölüm sessizliği içinde melekleriyle çıt çıkarmadan dolaşırken tanrı evleri böyle açıyordur…

“Ah-ah!” Burnell’lerin çocuklarının sesleri sanki umutsuzluğa kapılmışlar gibi çıkıyordu. Ev aşırı ölçüde olağanüstü görkemliydi; onlar için çok fazlaydı. Hayatlarında buna benzer hiçbir şey görmemişlerdi. Bütün odalar kâğıtlanmıştı. Duvarlarda, kâğıda yapılmış, altın rengi çerçeveyle tamamlanmış resimler vardı. Mutfak dışında bütün evin yerleri kırmızı halı kaplıydı; konuk odasında kırmızı tüylü koltuklar, yemek odasında yeşil koltuklar; masalar, gerçek çarşafları olan yataklar, bir beşik, bir soba, üzerinde ufacık tabaklar, bir büyük sürahi duran konsol. Ama Kezia’nın hepsinden çok sevdiği, korkunç sevdiği şey lambaydı. Yemek odası masasının ortasında duruyordu, beyaz yuvarlak camıyla çok zarif küçük kehribar lamba. Hatta yakılmaya hazır olarak içi doldurulmuştu bile, ama elbette yakamazdınız. Oysa içinde gaza benzeyen, salladığınızda kıpırdayan bir şey vardı.

Bayılmışlar gibi konuk odasında kaskatı yayılmış olan anne baba bebekler, üst katta uykuya dalmış iki küçük çocukları gerçekten bebek evine fazla iri geliyordu. Pek de oraya aitmiş gibi görünmüyorlardı. Oysa lamba kusursuzdu. Sanki Kezia’ya gülümsüyor, şöyle diyordu, “Ben burada oturuyorum.” Lamba gerçekti.

Ertesi sabah Burnell’lerin çocukları ne yapsalar okula yeterince hızla yürüyemiyorlardı. Herkese anlatmak için yanıp tutuşuyorlardı, ayrıntıları tanımlamak için – işte – ders zili çalmadan önce bebek evleriyle böbürlenmek için.

“Benim anlatmam gerek,” dedi Isabel, “çünkü en büyük benim. Ve siz ikiniz daha sonra katılabilirsiniz. Ama ilk önce benim anlatmam gerek.”

Verecek hiç yanıt yoktu. Isabel zorbalık yapıyordu ama her zaman haklıydı, Lottie’yle Kezia en büyük olmaya eşlik eden gücü iyi biliyorlardı. Yolun kıyısındaki sık düğün çiçeklerine sürtünerek yürüdüler, hiç seslerini çıkarmadılar.

“Ve ilk önce gelip görecek olanı da benim seçmem gerek. Annem seçebileceğimi söyledi.”

Çünkü bebek evi avluda durduğu sürece okuldaki kızları gelip görmeleri için ikişer ikişer çağırabilecekleri kararlaştırılmıştı. Çaya kalamazlardı elbette, ya da eve girip dolaşamazlardı. Yalnızca avluda sessizce durabilirlerdi, Isabel güzellikleri gösterirken, Lottie’yle Kezia mutlu görünürken…

Oysa ne kadar acele ederlerse etsinler oğlanların oyun alanlarının katranlı kazıktan çitine ulaştıkları sırada zil çalmaya başlamıştı. Adları okunmadan önce yalnızca başlarından şapkalarını yıldırım gibi çıkartıp sıraya girecek zamanları oldu. Boş ver. Isabel çok önemli, gizemli görünmeye çalışarak, ağzını eliyle kapatıp yanındaki kıza, “Oyun zamanı sana anlatacaklarım var,” diye fısıldayarak bu durumun üstesinden gelmeye çalıştı.

Oyun zamanı geldi, herkes Isabel’in çevresinde toplandı. Kendi sınıfından kızlar ona sarılmak, birlikte yürümek, yaltaklanarak gülümsemek, onun özel dostu olmak için neredeyse kavga ediyorlardı. Oyun alanının kıyısında, koskoca çam ağaçlarının altında neredeyse kendi halkı oluşmuştu. Dürtüşerek, kıkırdaşarak kızlar birbirine sokuldu. Bu çemberin dışında kalan iki kız, hep dışarıda kalan iki kızdı, küçük Kelvey’lerdi. Ne olursa olsun Burnell’lerin yanına yaklaşmamaları gerektiğini çok iyi biliyorlardı.

Çünkü aslında, eğer seçme şansları olsa ana babalarının seçecekleri türden bir yer asla değildi Burnell çocuklarının gittiği okul. Ama başka seçenekleri yoktu. Millerce alandaki tek okuldu. Ve bu durumun sonucu olarak da çevredeki bütün çocuklar, yargıcın küçük kızları, doktorun kızları, dükkâncının çocukları, sütçünün çocukları birbirine karışmak zorunda kalmıştı. Eşit sayıda terbiyesiz, kaba saba oğlan bulunduğundan hiç söz etmesek bile. Ama bir yerlerde çizgi çekilmeliydi. Kelvey’lerde çekilmişti. Burnell’ler de içinde olmak üzere birçok çocuğun onlarla konuşması bile yasaktı. Kafalarını havaya kaldırarak geçip giderlerdi Kelvey’lerin önünden ve bütün davranış biçimlerini onlar belirlediği için herkes Kelvey’lerden uzak dururdu. Hatta Lil Kelvey elinde bir demet korkunç sıradan görünen çiçekle masasına yaklaştığında, öğretmenin bile onlar için özel bir sesi, öteki çocuklara özel bir gülümsemesi vardı.

Gün boyu ev ev dolaşıp çamaşır yıkayan çevik, çalışkan, ufak tefek çamaşırcı kadının kızlarıydılar. Bu bile yeterince korkunçtu. Peki ya Mr. Kelvey nerelerdeydi? Hiç kimse tam olarak bilemiyordu. Ama herkes hapiste olduğunu söylüyordu. Böylece de onlar çamaşırcıyla hapishane kuşunun kızlarıydı. Başka insanların çocukları için çok güzel arkadaşlardı! Görünüşleri de uygundu, doğrusu. Mrs. Kelvey’in niçin onları bu kadar göz tırmalayıcı yaptığını anlamak zordu. İşin aslı, yanında çalıştığı insanların verdiği “pılı pırtı”yı giydirdiğiydi. Şişko, solgun, koca koca çilli bir çocuk olan Lil, örneğin, Burnell’lerin yeşil şayak masa örtüsünden yapılmış giysi, Logan’ların perdelerinden yapılmış tüylü kırmızı kolluklarla okula gelirdi. Geniş alnının üstüne tünemiş şapkası, posta müdiresi Miss Lecky’nin bir zamanlar giydiği büyük kadın şapkasıydı. Arkası yukarı kıvrıktı, kenarında kocaman koyu kırmızı tüy vardı. Nasıl da küçük maskaraya benziyordu! Gülmemek elde değildi. Küçük kız kardeş, şu bizim Else, daha çok geceliği andıran uzun beyaz giysi, küçük erkek çocuğu çizmeleri giyiyordu. Ama bizim Else ne giyerse giysin tuhaf dururdu. Ufacık, lades kemiği gibi bir çocuktu, kırpılmış saçları, koca koca ağırbaşlı gözleriyle – küçük beyaz baykuş. Hiç kimse gülümsediğini görmemişti; ağzından tek sözcük çıkmazdı. Lil’in eteğinin ucunu büküp elinde sıkı sıkı tutarak, Lil’e dört elle sarılıp geçiyordu hayatın içinden. Lil nereye gitse bizim Else peşindeydi. Oyun alanında, okula gidip gelen yolda, işte Lil önde uygun adım gidiyor, bizim Else arkasından ayrılmıyordu. Yalnızca bir şey istediğinde ya da soluksuz kaldığında bizim Else Lil’i çekiyor, asılıyor, Lil duruyor, arkasını dönüyordu. Kelvey’lerin birbirlerini anlamadıkları olmuyordu hiç.

Şimdi kenarda bekleyip duruyorlardı; dinlemelerine engel olamıyorlardı öteki kızlar. Öteki küçük kızlar arkalarını dönüp alay ettiklerinde Lil her zamanki aptal, çekingen gülümsemesini takınıyor, ama bizim Else yalnızca bakıyordu.

Ve Isabel’in öylesine gururlu sesi anlatıp duruyordu. Halı büyük coşku yaratmıştı, gerçek çarşafları olan yataklar, fırın kapağı olan soba da öyle. O bitirince Kezia araya girdi. “Lambayı unuttun, Isabel.”

“Ah, evet,” dedi Isabel, “bir de, yemek masasının üstünde duran, baştan aşağı sarı camdan yapılmış, beyaz fanuslu şu uffacık lamba var. Gerçeğinden ayırt etmen mümkün değil.”

“İçlerinde en güzeli lamba,” diye bağırdı Kezia. Küçük lambanın yarısını bile anlatmadığını düşünüyordu Isabel’in. Ama hiç kimsenin ona aldırdığı yoktu. O akşamüstü kendileriyle birlikte eve gelip görecek olan iki kızı seçiyordu Isabel. Emmie Cole ve Lena Logan’ı seçti. Ama ötekiler de bir şansları olduğunu anlayınca Isabel’i yere göğe koyamadılar. Teker teker Isabel’in beline sarıldılar, birlikte yürüdüler. Onun kulağına fısıldayacak bir şeyleri vardı, bir sırları. “Isabel benim arkadaşım.”

Yalnızca küçük Kelvey’ler uzaklaştı, unutulmuşlardı; artık onlar için dinleyecek şey kalmamıştı.

Günler geçti, daha çok çocuk gördükçe bebek evinin ünü daha da yayıldı. Tek konu o oldu, tek coşku. Sorulan tek soru, “Burnell’lerin bebek evini gördün mü?”ydü. “Ah, ne güzeldi!” “Sen gördün mü? Ah, evet!”

Hatta öğle yemeği zamanı bile bunun konuşulmasına ayrılıyordu. Küçük kızlar, kalın etli ekmeklerini, üzerine tereyağı sürülmüş kocaman kek dilimlerini yiyerek çamların altında oturuyorlardı. Bu arada, her zamanki gibi becerebildiklerince yanlarına sokulmuş, bizim Else Lil’in eteğine yapışmış, kocaman kırmızı lekelerle sırılsıklam gazete kâğıdının içinden reçelli ekmeklerini çiyneyerek oturuyordu Kelvey’lerin kızları.

“Anne,” dedi Kezia, “bir kerecik olsun Kelvey’leri çağı-ramaz mıyım?” “Kesinlikle olmaz, Kezia.”

“Ama niye olmasın?”

“Git başımdan, Kezia. Niye olmayacağını pekâlâ biliyorsun.”

Sonunda onlar dışında herkes görmüştü. O gün konu artık oldukça tavsamıştı. Öğle yemeği zamanıydı. Çocuklar hep birlikte çam ağaçlarının altında duruyordu, hep yanı başlarında olan, hep dinleyen, kâğıtların içinden yiyen Kelvey’lere baktıklarında ansızın onlara korkunç bir şey yapmak geldi içlerinden. Emmie Cole fısıldamaya başladı. “Büyüdüğünde Lil Kelvey hizmetçi olacak.”

“Ah-ah, ne korkunç!” dedi Isabel Burell, Emmie’ye kaş göz yaptı.

Emmie, bu durumlarda annesinden gördüğü gibi anlamlı anlamlı yutkundu, Isabel’e başını salladı.

“Doğru – doğru – doğru,” dedi.

Derken Lena Logan’ın ufak gözleri tam bu anı yakaladı. “Ben ona sorayım mı?” diye fısıldadı.

“Bahse girerim, soramazsın,” dedi Jessie May.

“Pöh, korkmuyorum,” dedi Lena. Ansızın tiz bir çığlık attı, öteki kızların önünde dans etmeye başladı. “İzleyin! Beni izleyin! Şimdi beni izleyin!” dedi Lena. Kayarak, süzülerek, bir ayağını sürükleyerek, eliyle ağzını kapatıp kıkırdayarak Lena yanlarına yaklaştı Kelvey’lerin.

Lil yemeğinden başını kaldırıp baktı. Kalan yemeğini çabucak sarıp kaldırdı. Bizim Else çiynemeyi kesti. Ne olacaktı şimdi?

“Büyüdüğün zaman hizmetçi olacağın doğru mu Lil Kelvey?” diye ciyak ciyak bağırdı Lena.

Ölüm sessizliği. Oysa Lil yanıtlamak yerine yalnızca o salakça çekingen gülümsemesini takındı. Soruya hiç aldırmış gibi görünmüyordu. Lena için ne büyük başarısızlıktı! Kızlar kıkırdaşmaya başladı.

Lena buna katlanamazdı. Ellerini kalçalarına koydu; öne fırladı. “Yaa senin baban hapiste, işte!” diye tısladı, hırsla.

Bu, söylenecek öyle muhteşem şeydi ki, kızlar tek bir beden gibi, derinden, derinden coşkuya kapılmış, neşeden çıldırmış dağıldılar hızla. Birisi uzun bir ip buldu, atlamaya başladılar. O sabahki kadar yükseğe zıplayıp, o kadar hızlı koşuşturup, öyle gözü peklik isteyen şeyler yapmamışlardı hiç.

Akşamüstü Burnell’lerin çocuklarını almaya geldi Pat, eve arabayla gittiler. Konukları vardı. Konuk seven Isabel’le Lottie önlüklerini değiştirmek için yukarı çıktı. Ama Kezia hırsız gibi arkadan kaçtı. Ortalıkta hiç kimse yoktu; avlunun kocaman beyaz kapılarında sallanmaya başladı. Tam o anda yola göz atınca iki küçük nokta gördü. Noktalar büyüdü, ona doğru geliyorlardı. Şimdi birinin önde, ötekinin iyice sokulmuş arkasında olduğunu görebiliyordu. Şimdi onların Kelvey’ler olduğunu görebiliyordu. Sallanmayı kesti Kezia. Kaçmak üzereymiş gibi kapıdan aşağı süzüldü. Sonra durakladı. Kelvey’ler yaklaştı, kafaları düğün çiçeklerinin içinde olan çok uzun gölgeleri bütün yola yayılmış, yanı başlarında yürüyordu. Kezia yeniden kapıya tırmandı; kararını vermişti; sallandı.

“Selam,” dedi önünden geçen Kelvey’lere.

Öylesine şaşkına döndüler ki donup kaldılar. O aptal gülümsemesini takındı yine Lil. Bizim Else gözlerini dikti.

“İsterseniz içeri girip bizim bebek evini görebilirsiniz,” dedi Kezia, ayak parmağının birini yerde sürüyordu. Ama bunun üzerine Lil kıpkırmızı kesildi, hızla başını salladı.

“Neden gelmiyorsunuz?” diye sordu Kezia.

Lil’in soluğu tıkandı, sonra konuştu, “Senin annen bizim annemize senin bizimle konuşmaman gerektiğini söylemiş.”

“Aman, neyse,” dedi Kezia. Ne yanıt vereceğini bilemiyordu. “Önemli değil. Yine de gelip bebek evini görebilirsiniz. Haydi. Kimse bakmıyor.”

Ama Lil başını daha da sertçe salladı. “İstemiyor musun?” diye sordu Kezia.

Ansızın Lil’in eteğinde çekiştirme, asılma oldu. Arkasını döndü. Bizim Else kocaman yalvaran gözlerle bakıyordu; kaşlarını çatıyordu; içeri girmek istiyordu. Bir an büyük bir kuşkuyla bizim Else’ye baktı Lil. Ama sonra bizim Else yeniden eteğini çekiştirdi. İleri atıldı. Kezia yolu gösterdi. Yolunu şaşırmış iki küçük kedi yavrusu gibi onun peşi sıra avluyu geçtiler, bebek evinin durduğu yere geldiler.

“İşte,” dedi Kezia.

Bir duraklama oldu. Lil sesli sesli, neredeyse horlayarak soludu, bizim Else taş gibi kıpırtısızdı.

“Açayım onu size,” dedi Kezia, incelikle. Kancayı açtı, kızlar içine baktı. “İşte konuk odası, yemek odası, şu da –”

“Kezia!”

Beryl teyzenin sesiydi. Arkalarını döndüler. Arka kapıda Beryl teyze duruyordu, gördüklerine inanamıyormuş gibi gözlerini dikmiş bakıyordu.

“Ne cesaretle alıyorsun küçük Kelvey’leri avluya!” dedi, soğuk, öfkeli sesi. “Sen de benim kadar biliyorsun onlarla konuşmana izin verilmediğini. Koşun gidin, çocuklar, koşun gidin çabuk. Ve bir daha da geri gelmeyin sakın,” dedi Beryl teyze. Avluya girdi, sanki tavukmuş gibi onları kış kışladı.

“Sen de yıkıl gözümden hemen!” diye bağırdı, soğuk, gururlu.

İki kere söylenmesine gerek bırakmadılar. Utançtan yanarak, birbirlerine sokulup ufalarak, Lil tıpkı annesi gibi onu kucaklayarak, bizim Else  sersemlemiş, nasıl becerdilerse koca avluyu geçtiler, beyaz kapıdan sıkışıp süzüldüler.

“Utanmaz, söz dinlemez küçük kız!” dedi acı acı Beryl teyze, çarparak kapattı bebek evini.

O öğleden sonra korkunç geçmişti. Mektup gelmişti Willie Brent’ten, ürkütücü, gözdağı veren bir mektup, o akşam Pulman ormanında kendisiyle buluşmazsa ön kapıya dayanıp nedenini soracağını yazıyordu! Ama şimdi Kelvey’ler denen şu küçük sıçanları korkuttuğu için, Kezia’ya da bir güzel ağzının payını verdiği için yüreği hafiflemişti. O rezil baskı kalkmıştı üstünden. Mırıldanarak eve döndü.

Burnell’lerin görüş alanından çıkınca yolun kıyısındaki büyük kırmızı su borusunun üstüne oturup dinlendi Kelvey’ler. Lil’in yanakları hâlâ alev alev yanıyordu; tüylü şapkasını başından çıkardı, dizine koydu. Hayaller içinde baktılar otlaklara, derenin ötelerine, Logan’ların ineklerinin sağılmak için altında beklediği bir küme akasya ağacına. Akıllarından neler geçiyordu?

Tam o anda bizim Else kız kardeşine sokulup dürttü. Şimdi artık öfkeli hanımefendiyi unutmuştu. Bir parmağını uzattı, kız kardeşinin tüyünü okşadı; o ender gülümsemelerinden biri yayıldı yüzüne.

“Küçük lambayı gördüm,” dedi usulca.

Sonra ikisi de bir kez daha sessizliğe gömüldü.

 

Katherine Mansfield

*Bu öykü Katıksız Mutluluk kitabında yayımlandı.

 

 

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir