230 kişilik köyde yaşanan seçim havası, Türkiye’nin büyük illeriyle bile mukayese edilemeyecek bir hararet içinde geçiyordu. Bir oy, kazanmak ya da kaybetmek demekti. Her iki adayın yalnız kendileri değil, ailesi de seferberdi. Muhtar adayı Ali, gecenin bir yarısı, hane halkını toplayıp kazanmak için herkesin üzerine düşeni yapmasını söylerken kendini adeta geleceğin başbakanı olarak görüyordu. Amcaoğlu Hasan Bursa’dan telefon açıp “Aslanım bugün muhtar yarın başbakan” demişti. Önce maytap geçiyor diye sinirlenmişti palabıyık Ali. Sonra Amcaoğlu bunun bir afiş olduğunu, kendi mahallelerindeki muhtar adayının, kazanmak için kendisine böyle…“Çorapta saklı oy pusulası” yazısını okumaya devam et

J.M.Coetzee (1983 ve 1999 Man Booker Ödülü kazananı)   Kendini bildi bileli, bozkırda tek başına dolaşmasına, çiftlik evini göremeyecek kadar uzaklaşmasına izin verdikleri ilk günden beri, aynı şeye şaşırıyordu: on adım genişliğinde, etrafı taşlarla çizilmiş, çıplak topraktan boş bir çember. İçinde hiçbir şeyin, tek bir çimenin bile yetişmediği bir çember. Bunun bir peri çemberi olduğunu düşünüyordu, periler geceleri bu çembere gelip okuduğu resimli kitaplarda taşıdıkları ışıltılı minik çubukların ya da belki de ateş böceklerinin ışığında dans ediyordu. Fakat resimli kitaplarda peri çemberleri her zaman için…“NIETVERLOREN” yazısını okumaya devam et

  Uzun yaz günlerinin ramazanlarını köyde yaşadım. Rençperlerin kavuran güneşe, kurumuş dudaklarla mukabele edişlerine tanık ola ola.
Akşam olmazdı. Günler asır gibiydi. Dağlardaki
tarlalardan buğday yükleyip harmana götüren köy delikanlılarının susuz kalmış kavruk yüzlerine bakarken oruçlu halimizden şikâyet etmek aklımıza
gelmezdi. Şikâyet etmek şöyle dursun onların güneşin bağrında tuttukları oruç ile bizim kuytuda tuttuğumuz orucun ecrinin aynı olmayacağını hesaplar, kendi içimize saklanırdık. Saklanmak zorundaydık. Büyükler kızardı. Azıcık ses olsa, azıcık mızmız bir çehre ile ortalıkta dolanan olsa, yüzümüzde kırbaç gibi bir cümle şaklardı: “Arpası çok gelmiş bunların!” O…“Köy Ramazanları” yazısını okumaya devam et

  Yepyeni mobilyalara, elbiselere, nostalji modasına uydurulmak üzere hiç kullanılamadan eski görüntüsü veriliyor. Suni olarak eskitilmiş, eşya ve kıyafetlerle birlikte insanlar sözüm ona bir “yaşanmışlık” da satın almış oluyor. Hani her ramazan, her bayram “Nerede o eski bayramlar, o eski ramazanlar?” serzenişi vardır ya…  Hani her şey dünün kollarında güzelleşir, çocukluğun şeker pembe rengine bulanır ya… Bendeniz de nostalji modasından ilham alarak günümüzün ramazanlarını nerede o eski ramazanlar hayıflanması eşliğinde eskitmeyi denedim. Her mesleğin her yaş grubunun bugünü eskitmesi kendi tonunda olacaktır elbet. İşte yaşadığımız…“Yaşanan Günleri Eskitme Denemesi” yazısını okumaya devam et

  Nostaljinin denizinde yüzmeyi tercih eden “eski” metropol insanları, “yeni” metropol insanlarını köylülük üzerinden, şehirli olamamak üzerinden eleştirirken; hangi yüzyılın kriterlerini kullanmakta olduğunu çok düşünmüyor. Kendisi ve çevresi için ultra modern davranışları uygun görürken, muhatabından eski İstanbul efendisi ya da Osmanlı hanımefendisi olmayı bekliyor. Kendisi ultra modern davranışlarına devam edecek lakin. Çatışma tam da buradan çıkıyor. Oysa, gelir seviyesi, ekonomik düzeyi ne olursa olsun özellikle metropol insanları olarak bizi eşitleyen payda, makineleşmek. Nazım Hikmet’in “makineleşmek istiyorum” şiirindeki dizelerini hatırlayınız. Şair, yüzyılın başında “makineleşmek istiyorum turum…“Öfkeler patladı/ V kayışı koptu/ Herkesin kafası bozuk” yazısını okumaya devam et

Walter de la Mare’a   Bir süre Burnell’lerin yanında kaldıktan sonra kente döndüğünde çocuklara bebek evi yolladı, sevgili yaşlı Mrs. Hay. Öylesine büyüktü ki arabacıyla Pat birlikte taşıdılar onu avluya ve işte orada, iki tahta sandığa yaslanmış, kiler odası kapısının yanında duruyordu. Burada durmaktan zarar görmezdi; mevsim yazdı. Ve belki, içeri alınma zamanı gelinceye kadar boya kokusu da uçardı. Çünkü gerçekten, şu bebek evinden yayılan boya kokusu (“yaşlı Mra. Hay’in çok tatlı olduğunu gösteriyordu, elbette; çok tatlı, çok cömert!”) – ama boya kokusu insanı ciddi…“Bebek Evi” yazısını okumaya devam et

  Her hikâyenin içine doğru tuttuğu bir lâmba olduğunu madem anlamıyorlardı artık bu karşılıklı bekleyiş bitmeliydi. “İçime doğru tuttuğum bir lâmba yazdıklarım” diye yüksek sesle bağırdı. Bunca yıl topladıklarını merak ediyordu. En az okuyucu kadar o da bilmiyordu birikenleri. Her hikâye birikenlerin gün ışığına çıkması için açılan bir kapıydı. Anlamıyorlardı. O, kendi hikâyesini yazdığını zannederken, ötekiler onun hikâyesinde kendi hikâyelerini arıyorlardı. Bulduklarında “âlâ, güzel” diye bağırıyorlardı. Bulamadıklarında, ya yazdıklarını yok sayıyorlar ya da olgunlaşmamış bir turşuyu tatmışcasına yüzlerini buruşturup “olmamış” deyiveriyorlardı. Neden olmamıştı? Kimsenin bu…“Çalınan hikâye” yazısını okumaya devam et

  Ve işte her şey bir yana hava tam olması gerektiği gibiydi. Ismarlasalar bile bahçede eğlence düzenlemek için bundan daha kusursuz gün bulamazlardı. Esintisiz, ılık, gökyüzünde tek bulut bile görülmeyen. Kimi zaman yaz başlarında olduğu gibi yalnızca uçuk altın rengi pusla perdeleniyordu mavilik. Bahçıvan şafak söktüğünden beri ayaktaydı, çimleri biçiyor, süpürüyordu, sonunda çimenler ve uzun papatyaların bulunduğu koyu renk düz çiçek yatakları parlar gibi görünmeye başlamıştı. Güllere gelince, bahçe eğlencelerinde insanları etkileyen tek çiçeklerin güller olduğunu kendileri de anlıyorlar duygusuna kapılıyordunuz ister istemez; herkesin bildiğine…“Bahçede Eğlence” yazısını okumaya devam et

  İnsanlar vardır tıpkı dükkânlar gibi. Kocaman gösterişli bir vitrin. Vitrinin şaşaasından esas mekana ulaşılmasını engelleyen, bir dizi hilenin yardımıyla, etrafındakileri bilgisiyle, hüneriyle şaşırtmaya cehd etmiş bir vaziyette seyyar dükkân olarak dolaşıp dururlar. Seyyarlıkları, vitrinlerinin şaşaasıyla bağdaşmasa da “bu da benim absürt noktam” diyerek kendilerini kolayca teselli ediverirler. Herkesle küs, kendileriyle sonuna kadar barışıktırlar. İd, ego, süper ego sonsuz uyumunu vicdanlarını sürekli izne çıkarmış olmalarına borçludur. O gitmiştir ve bir daha dönmesi beklenmemektedir. Parıltısı olan herşeyi bilirler. Hatta yazılmamış en ünlü şiirlerin mısralarını; bestelenmemiş şarkıların…“Bay/bayan vitrin için güzelleme” yazısını okumaya devam et

Betül’e… Bu hikâyenin kahramanı o! I- Ağlayan arkadaşlarına inat tek bir gözyaşı dökmedi. Hiç üzülmüyor sanırdı onu görenler. Dünya yansa umurunda değilmiş gibi. SANKİ Yarından itibaren herkes başını açacak diye kesin emir geldi- ğinde kararını çoktan vermiş olmanın rahatlığıyla yürüdü. Rahatlık? Koridorlar başına yıkılmadı. Depremin şiddetinden savrulmadı. Ağlayan arkadaşlarına mendil verdi. Teselli bekleyenlere “Her şey olacağına varır” dedi annesinden ödünç alınmış ses tonu ve kelime vurgularıyla. Her şey… Nedir HER ŞEY? Ve kimdir HERKES? Herkes “Artık yarın yok” diye telefonlara sarılmışken o cep telefonunu kapattı….“Dazlak” yazısını okumaya devam et